Bir ağustos gecesi, filo kumandanı Müşir Vesim Paşa, bütün gemi kumandan larını Mahmudiye zırhlı firkateynine çağırdı ve olara şu talimatı verdi:-Güneş battıktan sonra etrafa çok dikkat ediniz. Zira bu suları çok iyi bilen kaçakçılar, karanlığın en koyu saatlerinde sahile sokulmak isteyeceklerdir. Ağustos'un 21. günü ay, saat 3'te doğacaktır. Bugün ise ay, Rebiülâhır'ın 19una, yani dolgun zamanına tesadüf ediyor. Ortalık gündüz gibi aydınlanınca iyi bir av yakalamak için korkarım ki vakit geçmiş olmasın!İzzeddin'in süvarisi bu talimatı aldıktan sonra gemisine döndü. Gerekli hazırlıkları yaptı ve arkadaşlarına durumu anlattı. -Dilerim ki doğacak olan ay bize şan yolları açsın! Diyordu. Gece karanlığı basmıştı. Denizin yüzü, bulutlu göklerden dökülen koyu bir zulmete bürünmüştü. Ne semada bir yıldız, ne sahilde bir ışık vardı. Akdeniz'in Ağustos gecelerine mahsus ılık ve hafif bir lodos, kumanda köprüsünün iskele ucunda ufku gözetleyen Gamsız Hasan Bey'in yüzünü yalıyordu. -Hayırdır inşallah, her taraf simsiyah! Dedi. İzzeddin, bütün ışıklarını söndürmüş, batıya doğru hayalet gibi sessizce ilerliyordu. Önlerindeki Gavdos adası, isyancıların üssü idi ve Yunanistan'dan gelen yardımlar buraya indiriliyor, sonra da gizlice Girit'teki isyancılara ulaştırılıyordu. Fakat orada da hiç ışık görünmüyordu. Gemi subayları:-Mühim bir gece yaşıyoruz! Diyorlardı. Hasan bey, kumanda köprüsünün sancak tarafına yürürken hesap kamarasındaki saate baktı. Ayın doğmasına onbeş dakika vardı. lakin kara bulutlar o kadar alçalmıştı ki, sahnenin gündüz gibi aydınlanması belki de mümkün olmayacaktı. Birden Hasan Bey'in gürlemesi işitildi:-Foga!Bu kumandayı, gecenin derin sessizliğini yırtan bir top sesi takip etti. Güvertede gölgeler koşuştu. Herkes savaş mevzii aldı. Bin metre kadar sancak başomuzuluğu istikametinde, pruvası fosforlu köpüklere gömülmüş, bacalarından alev püskürterek sahile doğru koşan bir karaltıyı herkes tanıdı. Bir anda yüzlerce ağız birden:-Arkadi! Diye bağırdı. Arkadi, barut ve erzak yüklüydü. Gündüzün son saatlerini Gavdos adasının arkasında geçirmiş ve Müşir Vesim Paşa'nın tahmin ettiği gibi, ay karanlığında sahile inmek ümidi ile yatsı ezanı sıralarında oradan hareket etmişti. İzzeddin'i o da görmüş, fakat fazla önem vermemişti. Otuz librelik altı topu ve on dört mil sürati ile herhangi bir Türk zırhlısından kaçabilir ve gerekirse onunla üstün bir şekilde dövüşebilirdi. İzzeddin de son süratini vermişti. İki gemi karaya paralel olarak adeta koşuyorlardı. Top, tüfek ve tabancalar atılıyordu. Gemiler birbirlerine yaklaştıkça feryatlar yükseliyordu. Nihayet Arkadi'nin bacası isabetli bir top ateşi ile delik deşik olmuş ve sürati düşmüştü. Ufacık topları ile rakibine fazla bir şey yapamayacağını ve avını elinde kaçıracağını anlayan Gamsız Hasan Bey, ikinci kaptana:-Rampa edeceğim efendi kaptan, pruvaya asker hazırla! Emrini verdi. Gemisini de derhal sancağa aldı. Arkadi, korkunç bir yangını önlemek için barut varillerini denize atıyor ve kesin bir savaşı kabul etmek istemiyor, mütemadiyen kaçıyordu. Ay çıkmış ve ortalık yavaş yavaş aydınlanmıştı. Hasan Bey, ustaca manevralarla avına yetişti. Maksadı gemiyi batırmak değil, teslim alarak amiraline hediye etmekti. Tam Kriyoku burnu önünde:-Sancak bordasına rampa! Kumandasını verdi. Kendisi de güverteye atladı. Bir anda kadırgalar devrine has bir savaş başladı. İki gemi birbirine takılmış, makinalar durmuş, topları susmuştu. Şimdi yalnız tabancalar ve tüfekler işliyordu. Arkadi'den yükselen alevler İzzeddin'i de tehlikeye düşürmeye başladı. Çaresiz kalan Hasan Bey, gemisini geriye aldı ve top ateşi ile hücuma geçti. Artık Arkadi, patlamalarla yanmağa mahkum bir tekne haline gelmişti. Gün doğarken o civarda, su üstünde İzzeddin'den başka gemi kalmamıştı. Arkadi ise, pek derin olmayan bir yerde karaya oturmuştu. Bu hadisenin üzerinden haftalar geçti. Müşir Vesim Paşa, Gamsız Hasan Bey'in bu başarılarını İstanbul'a bütün ayrıntıları ile bildirdi. İzzeddin'in bütün subayları terfi ettirildi. Hasan Bey'in rütbesi de birden Miralay, yani Albaylığa yükseltildi. 1867 Eylülünün bir Cuma günü idi. İzzeddin gemisinde bir tören yapılacak ve terfiler takılacaktı. Fakat Hasan Bey hastalanmış, Girit'teki askeri hastaneye yatırılmıştı. Perşembe günü, kendisini ziyarete gelen subaylar, ertesi gün yapılacak olan töreni bildirdiler. Hasan Bey bu törende bulunamayacağı için çok müteessirdi. -Kırk yıllık zabitim ve ömrüm denizlerde geçti. Hayatımın en mes'ud bir gününde denizlerden uzakta olacağım. Ben denizi o kadar severim ki, dili olsa da söylese. Dün doktora başvurdum, gemiye döneceğimi söyledim, müsaade etmedi. Belki yarın gelmeğe gayret ederim. Ziyarete gelen subaylar doktorla görüştüler. Hasan Bey zatürre idi ve dün gece ateşi kırka kadar çıkmıştı. Ertesi gün, Bahriye Bandosunun çaldığı marşlarla tören başladı. Müşir Vesim Paşa, rütbeleri tebliğ etmek ve nişanları dağıtmak için, kurmay heyeti ile birlikte İzzeddin gemisine gelmişti. Güvertede askerler dizilmiş, subaylar yüksek üniformalarını giymişlerdi. Bu sırada dört kürekli bir sandal son süratle gelerek gemiye yanaştı ve yeni elbiselerini giymiş ihtiyar bir albay gemiye çıktı. Bu, Hasan Bey'den başkası değildi. Çevik bir hareketle iskeleye tırmandı ve doğruca Müşir Vesim Paşa'nın huzuruna giderek sert bir selam verdi:-Ben geldim Paşa hazretleri!Müşir'in gözleri doldu. Hasan Bey'in elini sıktı.-Tebrik ederim. Albay oldunuz. Esasen size daha önceden tebliğ edilmişti. Hasan Bey'in avuçları ateş gibi yanıyordu. Gözleri çakmak çakmaktı. Hastaneden zorla çıkmış, sahile kadar yayan yürümüş ve orada bulunan bir askeri sandala binmişti. Ateşi otuz dokuz dereceden fazla idi. Müşir:-Zahmet ettiniz, hastasınız, ateşiniz var, hemen dönünüz, dedi.Hasan Bey Paşa'nın gözlerine hüzünle bakarak:-Artık gam yemem paşam, dedi. Ben kırk yıl hasretle bu günü bekledim