Benim Ismim 'bal'dır Efendim!
Ubeydullah-ı Ahrâr, babasından küçük Hasan'ı istedi. Kendi terbiyesi altına aldı. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde de bulunarak, kemâle ulaştı.
Bir gün Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Keşmir'e gitmişti. Semerkand sultanı ve ileri gelenleri Hâce Ubeydullah'ı ziyâret ettiler. Ziyâretler sebebiyle talebeler üç gün Hâce Ubeydullah'ın sohbetlerinden uzak kaldı. Talebeler keşke hocamız sultanlar ve emirlerle görüşmekten uzak durup, talebelerini terbiye ile meşgûl olsaydı diyorlardı. Talebelerinden Mevlânâ Ali bin Hüseyin bu düşünce ile Seyyid Hasan'ın yanına gitti. Seyyid Hasan Mevlânâ Ali'ye şöyle dedi:
-Bir âlim şöyle anlattı: Bir kere Hâce Ubeydullah hazretlerinin huzurlarına vardım. Hatırımdan; "Hace Ubeydullah, sultanlar ve zâlimlerin gelip gitmesi ile kendilerini rahatsız ediyor. Bunun yerine bir miktar talebe ile meşgul olup, onları yetiştirse" diye geçti. Huzurlarına varıp oturduğumda, bana yönelip buyurdular ki:
-Benim bir müşkil meselem vardır. Sizden ona cevap isterim. Meselem şudur: Bir kimse var. İdâreciler ve zâlim kimseler onun sözünü dinleyip, onun ricâsı ile Müslümanlar, zulümden kurtulurlar. O şahıs zâlimlerin zulmüne mâni olur. Acabâ; mazlumları, zâlimlerin eline bırakıp, bir dağ köşesine çekilip tâat, ibâdet ve talebeleri terbiye ile meşgûl olması câiz olur mu? Bu iki işin hangisi ile meşgul olmak daha iyidir? dedi. Ben de;
-Bu durumda uzleti, yalnızlığı bırakıp zâlimler ile berâber olması evlâ değil, belki farzdır. Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp, uzlet ve ibâdeti tercih etmek günahtır, dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm edip;
-Bak şimdi kendin fetvâ verdin. Ya niçin itirâz edersin, buyurdu...
Bunu dinleyen talebe hemen aklından geçen düşüncelere tövbe etti.