Kabr-i Saâdete Yüzümü Sürmek Istiyorum
Nizâmeddîn Efendi ile hacca gitmek üzere yola çıktık. Beytullaha ulaşmamıza on günlük yol varken bana; “Oğlum aç gözünü temâşâ kıl. Hak teâlâ Beytullah’ı bize istikbâle (karşılamaya) göndermiş. Meğer hacılar içinde ne makbûl kullar varmış” buyurdu. Gökyüzüne nazar ettim. Olanları gördüm. Biz yer üzerinde yürürken Beytullah da gökyüzünde yürüyordu... Medîne-i münevverede Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) efendimizin Ravda-i mütahharasına vardık. Konaklamak için çadırlarımızı kurduk. Nizâmeddîn Efendi abdest alıp kabr-i saâdete giderken ben de gizlice arkasına düştüm. Hazret, Hücre-i saâdetin kapısına yapışıp inleyerek feryâd ediyor ve; “Ey Ceddim! Huzûrunuza girmek ve bizzat kabr-i saâdete yüzümü sürmek istiyorum” diyordu. O sırada kabr-i saâdetten; “Teâle ileyye yâ büneyye=Bana gel ey oğlum” diye bir hitâp geldi. Hücre-i saâdetin kapısının kilidi açıldı. Kabr-i saâdetten etrafa nûr saçıldı. Olan hâdiseleri görünce aklım başımdan gitti, bayılıp düşmüşüm. Daha sonra Nizâmeddîn Efendinin ne yaptığını hatırlayamıyorum. Bir müddet sonra şeyh dışarı çıkmış, beni kendinden geçmiş, perişan bir hâlde bulmuş. Beni uyandırdı. Bana “Niçin böyle yaptın. Haberim olmadan niçin arkamdan geldin?” diyerek azarladı ve sakın gördüğün bu hâli, kimseye söyleme!” buyurdu. Kendisi hayatta iken bu sırrı kimseye açmadım...
Nizâmeddîn hazretleri altmış üç yaşına geldiğinde 1550 (H.957) senesi Muharrem ayının bir Cumâ gecesinde rahatsızlandı. Ölüm hastalığı sırasında sağ tarafına bakıp; “Ceddim Resûlullah (aleyhisselâm) geldi. Bu dünyâdan gidelim, Cennet'e uçalım, buyuruyor” dedi. Rûhunu teslim etmeden önce burnundan kan geldi. Ellerini kana bulaştırarak güzel yüzlerine sürdü ve; “Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki bugün ceddim (dedem) hazret-i Hüseyin’in âlûde hûn (kana bulaşmış) oldukları gibi ben de öylece gidiyorum” buyurdu. “Yâ Allah” ism-i celîlini söyleyerek rûhunu teslim etti.