Mehmed Sâmî Efendi
"Namazın kusursuz, kâmil olması, fıkıh kitaplarında uzun uzadıya yazılmış olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehâblarını yerlerine getirmekle olur. Namazı tamâmlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak bir şey yoktur. Namazın (Huşû)u [yâni her uzvun tevâzu göstermesi], bu dört şeyi yapmaktır. Kalbin (Hudû')u, [yâni Allah korkusu] da yine bunları tamâm yapmakla olur. Bazıları, bu dördünü uzun uzadıya öğrenip ezberlemekle, namazımız tamâm oldu deyip, bu öğrendiklerini iyi yapmakta gevşek davranmışlar. Bundan dolayı namazın kemâlâtından az bir şey kazanabilmişlerdir. Bir kısmı da, namazda dünyayı unutup, kalblerinin Allahü teâlâ ile olmasına ehemmiyyet verip, âzaların edebli bulunmasını gözetmemişler. Yalnız farzları ile sünnetlerini yerine getirmişlerdir. Bunlar da namazın hakikatini anlayamamıştır. Namazın kemâl bulmasını, namazdan başka şeyde aramışlardır. Çünkü, namazda kalbin hazır olması, şart değildir. Hadis-i şerifte, (Kalb hazır olmazsa, namaz da olmaz) buyuruldu ise de bu, kalbin, yukarıda bildirilen dört şeyin yapılmasında hazır olması, uyanık olması demektir. Yâni bunların hepsinin yapılmasında gevşeklik olmamasına dikkat etmektir...KILANLARIN FARKI KADAR!
Namazın tamâm olması ve kemâl bulması, bu dört şeyi yapmakla olunca ve bundan başka bir şey ile kâmil olmayacağına göre, cahillerin namazı ile âlimlerin namazları, arasında ne fark kalır? diye soracak olursanız, deriz ki: Namazlar arasındaki fark, kılanlar arasındaki farktan gelir. Bir ibâdeti yapan iki farklı kimseye, eşit sevap verilmez. Bir makbûl, sevgili kula, başkalarının o işine verilen sevaptan çok sevap verilir. Bunun içindir ki, (Âriflerin gösteriş olan ibâdetlerine, câhillerin hâlis amellerinden daha çok sevap verilir) demişlerdir..."