Bir sabah, dolaşırken yolu Beyazıt'a düştü. Hava ılıktı. Ağaçların altından Eski Saray dedikleri bu günkü üniversite binasının bulunduğu alana yürüdü. Alanın sonuna gelince şaşkınlıkla durdu. Aradığı tepenin ta kendisiydi burası. Marmara Denizi de, Haliç de tabak gibi görünüyordu buradan. İstanbul'a tam tepeden bakılabiliyordu. Mimarbaşı, sevinçle sakalını sıvazlayarak konağına döndü. Odasına kapandı. Planı hazırladı. Caminin yeri hazırdı. Plan tamamlanınca padişaha sunuldu. Padişah seçilen yeri de planı da çok beğendi. Mimarbaşına artık hiç vakit geçirmemesini söyledi. Sinan önce baş eğerek buyruğu yerine getireceğini belirtti. Sonra ak sakallı başını kaldırarak 'Sultanım,' dedi. 'Üzülerek şunu belirtmek isterim. Sizden yine bir süre izin istemek zorundayım.' 'Bu kaçıncı izin böyle mimarbaşı? Bu kez derdin ne ola?' 'Caminin taşları Sultanım. Taş ocaklarını gezip gerekli olan taşı ve öteki aletleri seçmeliyim.' 'Pekala, bildiğin gibi yap. Yalnız çok uzamasın.' Mimar Sinan, herşeyi önceden hesaplamıştı. Hesapladığı gibi de yaptı. Temelden başlayarak camiye koyacağı her taşı bir bir seçti. Temel için bir çok taş ocağından taşlar getirtti. Ortadaki büyük, geniş ve yüksek kubbeye destek olacak dört büyük sütun gerekiyordu. Mimar Sinan, bunlardan ikisini İstanbul'da arayıp buldu. biri Fatih'te Kıztaşı adı verilen Bizanslılardan kalma bir dikili taştı. Sütun oradan söktürüldü. İri mandalarla yapım yerine çektirildi. İkincisi, yine Bizanslılardan kalma, Topkapı Sarayı dolaylarında bulunan bir başka dev sütundu. O da oradan kaldırılıp yapım yerine çektirildi. Öteki iki sütundan birinin İskenderiye'den, ikincisinin Balbek kalıntılarından getirtilmesi için haber salındı. Böylece temele konulacak dört ana sütun tamamlanmış oluyordu. Geri kalan sütunlardan kimileri Sultan Ahmet'teki Bizanslılardan kalma koşu yerinden (hipodrom) söktürüldü. Kullanılacak olan ak mermerlerin tamamı Marmara Adası'na ısmarlandı. Yeşil mermerler de Arabistan'dan getirildi. Bu sırada ülkenin dört bir yanından ırgatların en güçlüleri, taş ustalarının en hünerlileri, duvarcıların en ünlüleri aranıp bulundu. Hızlı bir çalışma başladı. Haliç'e bakan bu çıplak tepe, bir anda arı kovanına dönmüştü. Önce temel kazılmaya başlandı. Kazmacılar durup dinlenmek bilmiyordu. Gece gündüz demeden çalışıyorlardı. Temel kazma işi bitecek gibi görünmüyordu. Ne kadar kazılsa yeterli bulmuyordu Sinan. 'Daha derine, daha derine!' diyordu. Temeller, iyice derine indikten sonra kazma işi durduruldu. Bu kez, duvarcılar işe girişti. Temeli, kesme taşlarla örmeye başladılar. Bu iş bitince Mimar Sinan işi durdurdu. Birçok ustayla işçiyi paralarını ödeyip memleketlerine gönderdi. Zaten kış gelmişti. İşin birdenbire durdurulması herkesi şaşırtmıştı. Daha yerin üstünde yükselmiş ne bir tek duvar, ne de dikili bir mermer sütun vardı. Gelen bütün taşla, karılan harçlar, hepsi temele harcanmıştı. Toprağın üstü bomboştu daha. Yapıma hiç başlanmamıştı sanki. Tepe bir yıl önceki gibi çıplaktı. Yapımın durması hem ülke içinde, hem de ülke dışında türlü dedikodulara yol açtı. Sinan'ı çekemeyen bazı kimseler, mimarbaşının tembellik ve beceriksizliğinden bahsediyorlar, işi gevşek tuttuğunu, artık çok yaşlanıp bunamış olduğunu söylüyorlardı. Akıllı bir padişah olan Kanuni, yapının temelin yerleşmesi için bir süre özellikle durdurulduğunu biliyordu. Mimarbaşına güveniyordu o. Nitekim, kışın bitiminde memleketlerine giden taş ustaları, duvarcılar, ırgatlar İstanbul'a dönmeye başladılar. Öte yandan Mısır içlerinden Nil yolu ile İskenderiye'ye getirilen sütun, Balbek'ten gönderilen dev sütunla beraber, İskenderiye'de saldan gemilere bindirildi. İstanbul'a yollandı. Unkapanı'ında kıyıya çıkarılan sütunlar, oradan Vefa yolu ile yokuş yukarı çekilerek caminin yapım yerine getirildi. Yapıma yeniden başlanmıştı. Yapımın bir süre durdurulması, İran Şahı Tahmasb Han'a caminin yapımından vazgeçildiği biçiminde yansıtıldı. Şah, oturduğu yerde, yapımın durmasını Kanuni'nin paralarının tükenmesine yordu. Hemen çok değerli mallarla değerli taşlardan oluşan bir sandık mücevher hazırlattı. Bunları bir elçinin eşliğinde İstanbul'a armağan olarak gönderdi. Padişaha bir de mektup yazdı. Mektubunda şöyle diyordu: 'Duyduk ki camiyi tamamlamaya gücünüz yetmeyip vazgeçmişsiniz. Size dostluğumuza dayanarak bunca mal, para ve mücevher gönderdik.Bunlarla caminin tamamlanmasına çalışın. Böylece, bizim de hayratınızda katkımız olsun. 'Kanuni, mektuba da, armağanlara da çok kızdı. Tahmasb'ın davranışını saygısızca bulmuştu. Gönderilen malları elçinin ayakları dibine döktürdü. Mimarbaşını çağırtarak değerli taşlarla dolu mücevher sandığını ona verdi. Elçiye dönerek şunları söyledi: 'Senin şahının ne böyle bir cami yaptıracak gücü, ne de böyle bir camiyi yapacak mimarı vardır. Ben her ikisine de sahibim. Şahına söyle, onun değerli taşları, benim camimin taşları yanında bir hiçtir.' Kanuni, elçiye bunları söyledikten sonra Mimarbaşı Sinan'a döndü: 'Sana verdiğim bu mücevherleri tez yapım alanına götür. Hepsini öteki taşların arasına katıp caminin yapımında kullan.' Elçi, duydukları karşısında şaşkına döndü. Aklı başından gidecek gibi oldu. El etek öpüp padişahın yanından ayrıldı. Mimar Sinan da mücevher dolu sandığı yapım alanına taşıttı. Ertesi gün, elçi yapım alanına geldi. İşçiler her yanda harıl harıl çalışıyordu. Mimarbaşı da ordaydı. Elçinin yapıyı gezmeye geldiğini görünce, mücevher sandığını ortaya getirtti. Kapağını açıp iki avuç mücevher aldı. Büyük bir taş havana koydu. Havanın başında ellerinde tokmakla bekleyen işçilere işaret etti. İşçiler ağır tokmaklarla taş havanın içindeki değerli taşları un ufak ettiler. Mimar Sinan, elçinin hayretten açılmış gözlerinin içine baka baka havandaki mücevher parçacıklarını bir avuç kum gibi, işçilerin kardığı harcın içine kattı. Bunu gören elçi orada daha fazla duramadı. Aynı gün memleketine dönmek için yola çıktı. Derler ki, Sinan, gelen mücevherlerden bazılarını minarelerden birinin taşları arasına süs olarak yerleştirdi. Bu yüzden o minare güneşte parıl parıl yanmaya başladı. Onun için de Mücevherli minare adını aldı. Yazık ki, Mücevherli Minare'nin parıltısı uzun sürmedi. Güneş, yağmur, kar bu süs taşlarının parıltısını köreltti. Mücevherli Minare parıldamaz oldu. Ama yüzlerce usta elin yonttuğu, bir o kadar işçinin sırtında taşıdığı, sonra da üst üste dizdiği ak taşlarla kara taşlardan oluşan aynı minare, kara, yağmura, fırtınaya, depremlere bana mısın demeden dimdik ayakta kaldı. Sağlamlığı ile güzelliğini günümüze kadar korudu. Mücevherin aldatıcı parıldıtı yerine, sağlamlık güzelliğin simgesi oldu.