Saîd-i Fârûkî hazretlerine, Resûlullah efendimizin kabrinin nasıl ziyâret edileceği sorulduğunda buyurdu ki: Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı olmayan her şeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl aleyhisselâmdan istimdâd, yardım isteme hâli meydana gelinceye kadar devâm eder. Dünyâ sevgisi ve nefsin arzu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb, Resûlullah efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzurda böyle bir kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzurda bulunmaya layık olmadığını düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resûlullah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinden ümitli olarak, O'nun kabr-i şerîfinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu, ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hâli ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryâdan feyiz alır. İki cihân saâdetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O'nun sünnet-i seniyyesine uymaya çalışır.
“Sa'îd-ül-Beyan fî Mevlid-i Seyyid-il-İnsü vel-Cân” isimli eserinde de şöyle buyurmaktadır: Abdülmuttalib’in kızı Safiyye Hâtun şöyle anlatmıştır:
-Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğduğu sırada Âmine'nin ebesi idim. Muhammed’in nûru, lambanın ışığını bastırıyordu. O gece alâmetler gördüm, doğar doğmaz secde etti, başını kaldırıp, fasîh bir lisânla “Lâ ilâhe illallah innî Resûlullah” dedi, Onun nûruyla ev çok aydınlandı, doğduktan sonra yıkamak istediğimde, zahmet etme, biz Onu yıkadık diye bir ses işittim.