Seyfeddîn Menârî, ilk zamanlarında Hâce Hamîdüddîn'den fıkıh ilmi okuyordu. Lüzûmu kadar fıkıh öğrendikten sonra, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin sohbet ve hizmetine devâm etmeye başladı. Hâce Hamîdüddîn ise, fıkıh ilmini ilerletmesi arzusunda olduğundan, onun bu ayrılışını hoş karşılamadı. Hattâ onu kötülemeye kadar gitti.
Seyfeddîn Menârî şöyle anlatır: "İlk hocam Hamîdüddîn vefât ederken yanında bulundum. Büyük bir ızdırap içinde idi. Ona;
-Çektiğiniz bu acı ve ızdırap nedir? Tahsîl etmeyi bıraktığımızdan dolayı bizleri kötülediğiniz o ilim hazîneleriniz nereye gitti? dedim.
Bunun üzerine;
-Bizden gönül istiyorlar. Yâni selim kalb istiyorlar. Bizde ise ondan eser yok. Izdırâbım bundandır, dedi..."
Seyfeddîn Menârî anlatır:
Bir gün Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin evine, hatırı sayılır misâfirler gelmişti. Şâh-ı Nakşibend kız kardeşimin oğlu Şemseddîn'e; "Nehre git de suyu bu tarafa bağla" buyurdu. Şemseddîn emri yerine getirmekte gevşeklik gösterdi. Biraz sonra da gelip, Şâh-ı Nakşibend hazretlerine; "Vücûdumda bir hâlsizlik meydana geldi. Su yoluna suyu bağlayamadım" dedi. Bu ihmâl, Şâh-ı Nakşibend hazretlerini çok üzdü. Mevlânâ Şems; "Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın. Senin için bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu" buyurdu...
Ondan sonra Şemsüddîn'e bir hastalık musallat oldu. Çâresini bulamadılar. Bundan sonra, Şemsüddîn öyle hastalandı ki insanları bile tanıyamaz hâle geldi. Çocuklarının isimlerini bile unuttu...
Sâdık talebelerin, şu üç edebe uymaları mecbûriyeti vardır: Hocasına makbûl sayılacak ne hizmet yapsa, bundan dolayı aslâ gurûra düşmemeli, nefse pay çıkarmamalıdır. Kendisinden makbûl olmayan bir iş zuhûr etse, ümitsizliğe düşmemeli, ayrılmayı aslâ aklına getirmemelidir. Hocasının verdiği emri muhâkeme ve münâkaşa etmeden yerine getirmek için canla başla gayret göstermelidir.