Bu mübarek zat, bir gün tasavvufî hâl sebebiyle kendinden geçerek ve elinde olmayarak “Allah” diye bir sayha etti. Câminin hemen yakınında bir yerde de, bâzı kimseler toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Bu kimseler arasında, Anadolu’dan gelmiş olan biri de bulunuyordu. O toplulukta bulunanlar, Muhammed Urre’nin sayhasını işittiler. Birisi dedi ki: “Bu sayha kimindir?” Başka birisi de; “Muhammed Urre’nindir” dedi. Anadolu’dan gelen zât, bu ismi duyunca hayretle; “Muhammed Urre bu beldeden midir?” diye sordu. Diğerleri “Evet” dediler. Anadolulu; “Allahü teâlâ ona uzun ömürler versin” dedi. Bu sefer diğerleri hayret edip; “Sen onu nereden tanıyorsun?” dediler. Bunun üzerine o kimse yemin ederek; “Ben onu Rodos vak’asından tanıyorum. Rodos’un fethi sırasında, Muhammed Urre’yi Kânûnî Sultan Süleymân Hânın önünde, işte bu gözlerim ile görmüştüm. Şimdi acabâ nerededir. Yerini bilseydik gidip kendisini ziyâret ederdik” dedi. Onlar da; “İşte şu yakındaki câmidedir” dediler... Anadolu’dan gelen zât, hemen o câmiye gidip Muhammed Urre’nin elini öptü. Duâsını ve gönlünü aldı.”
Muhammed Urre’yi sevenlerden, onun büyüklüğünü tanıyanlardan bir kimse, bir yolculuğa çıkmıştı. Geçeceği yollar gâyet tehlikeli idi. Bu kimse kendi kendine niyet edip, 'eğer sağ sâlim Şam’a geri dönersem, Muhammed Urre hazretlerine Allah rızâsı için elbise vereceğim' diye nezretti. Fakat bu niyetini kimseye söylememiş idi. Nihâyet, hiçbir sıkıntıya uğramadan Şam’a döndü...
Sabah olduğunda, Muhammed Urre o kimsenin kapısını çaldı ve; “Haydi nezrini ver” dedi. O da hemen nezrettiği şeyi ona verdi.
Muhammed Urre’nin bu apaçık kerâmeti karşısında çok hayret etti. Niyetini kimseye söylemediği hâlde, o büyük zâtın, kerâmet olarak bunu bildiğini anladı. Bu hâdise sebebiyle ona olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı. Bu bağlılığından dolayı da çok istifâde etti.