-Paşa Baba! Estonibelgrad baskına uğrayacak. Düşman bu iş için 90.000 kişilik bir ordu düzdü. Gayri sen ne yapacağını iyi bilirsin. Haber vermekte biraz...Tam bu anda Paşa elini kaldırıp onu susturdu. Dışarıya kulak verdi. Derinden deri ne gürlemelere geliyordu. Hem de devamlı olarak. Acaba gök gürültüsü müydü? Hayır. Serhadlilerin kulakları top seslerini, benzerlerinden ayırdetmekte zorluk çekmez di. Belliydi... Kafir gelip dayanmıştı. Estonibelgrad top atışlarıyla işaret veriyor, yardım is tiyordu. Şimdi Yahya Ağa bir şeyler söylemek isteyerek hık-mık ediyordu. Onu pek iyi tanıyan Paşa bıyık altından gülüp keyifledi:-Haydi, haydi söyle....Yahya Ağa nihayet bakalyı ağzından çıkardı. Kızara bozara:-Destur verirsen... Komşu kalenin ahvalini öğrenmek için birini göndereceksin...-Anlaşıldı, anlaşıldı...Üzülme... Oraya seni göndereceğim...İşte, Yahya Ağanın 2.000 akıncı ile Estonibelgrad'a gidişi böyle olmuştu. Bu imdat kuvveti, korkunç tipi içinde gizli kapıdan kaleye girmeye muvaffak olmuştu. Ama ne yazık ki, ne gelen bu imdat kuvveti, ne de gösterilen müthiş kahramanlık, durumu düzeltemedi. Düşmanın bu kaleyi kış ortasında kuşatmasının sebebi vardı. Bura daki müdafiler, sularını ve yiyeceklerini dışardan almak zorundaydılar. Asıl Osmanlı ordu su her zamanki gibi güneye, kışlağa çekilmişti. Kışı ise pek amansızdı.Kafir, kuşatmadan sonra daha ziyade hareketsiz beklemeye başlamıştı. Kalede sadece 4.000 serhadli vardı. Ama, Osmalılardan hücumla kale almanın nelere mal olacağı nı iyi bilen kafir, sabırla beklemeyi tercih ediyordu. Osmanlılar eninde sonunda aç ve su suz kalacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Serhadliler, bir çıkış yaptılarsa da, üstün başarı larına rağmen azar azar eriyeceklerini anladılar. Akıncılar, düşmanı doksan binden sek sen bine indirebildiler ama kendileri de kırk kadar şehid verdiler. Bir müddet sonra açlık ve susuzluk bastırdı. Kuru soğuk vardı. Kar da yağmıyordu ki, eritip içsinler...Kale kumandanı:-Baharda burasını nasıl olsa tekrar zaptederiz, diye düşünerek, vire işini tatbike koymaya başladı. Vire, serhadlerde bazen tercih edilen yumuşak bir usuldür. Kaleyi, silah larıyla beraber kaleyi terketmeye izin vermek şartıyla, savaşsız olarak düşmana teslim et mek demektir. Paşanın teklifine düşman tarafı da pek memnun oldu. Zira hiçbir zafer, Osmanlıya karşı kazanılan zafer kadar pahalıya mal olmazdı. Düşman kumandanı Osmanlı elçisine sordu:-Vire için şartlarınız nedir?-Vire şartları bellidir. Silahlarımızla çıkıp gideceğiz.-Çok memnun oldum. Kabul ettim.-Yalnız bir husus var!-Nedir o?-Kaledeki akıncılardan biri sekiz arkadaşı ile beraber Vire'yi kabul etmiyor. Bizler çıkıp gidince onlar kalede kalıp sizinle cenkleşecekler.Düşman kumandanının ağzı bir karış açık kalmıştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Kekeledi:-Seksen bin kişiye karşı sekiz kişi mi?Elçi son derece sakin:-Elbette, dedi. Öyle!Kumandan büsbütün afallamış halde mırıldandı:-Eh... Öyle olsun...Olsun...Amma iş ha...Etrafındakiler de bu işe pek şaşmışlarsa da fazla ehemmiyet vermediler, belki de ciddiye almadılar.Yahya Ağa ve sekiz kafadar, sabah namazından sonra kaleden çıkan akıncıların, iyice uzaklaşıp uzak ufukta kaybolmalarını beklemişlerdi. Zira cenk hemen başlarsa, onla rın dayanamayıp geri dönmelerinden ve düşmana saldırıp sonuna kadar döğüşerek boş yere yok olmalarından korkuyorlardı. Kül rengi semada belirsiz hissedilen güneş azıcık yükseldiği sırada kale kapısı açıl dı. Sekiz Osmanlı göründü. O zamana kadar hâlâ inanamayan düşman askerleri şaşkın şaşkın bakakaldılar. Seksenbin askere karşı sekiz kişi. -Yok canım...Olamaz böyle şey...Belki de teslim olmak için geliyorlar.Osmanlılar, efsanevi ejderhalar gibi heybetle adım atarak yaklaştılar ve ansızın yaylarına el attılar. Kahredici bir ok ağmuru ile düşman saflar birbirine karıştı. Osmanlı lar, âdeta talim yapar gibi gözle zor takibedilen bir hızla ok çekiyor, gezleyip gezleyip fırlatıyorlardı. Düşman askeri, osmanlıların mesafesine ok düşüremiyorlardı. Yanaşmak isteseler de vurulup düşüyorlardı. Sonunda oklar bitti. Bu sefer palalarına sarılıp, kuzuyu gören kurtlar misali:-Yâ Allah!... diyerek düşmana daldılar. Seksenbin kişilik ordu, ancak onlarla burun buruna geldiği zaman şaşkınlıktan kurtulabildi. Şimdi Osmanlı serdengeçtilerinin karşısında, toz duman içinde kümeler mey dana geliyor, ama bu kümeler, birkaç saniye içinde içinde infilak edercesine dağılıyor ve orta yerden "Allah" sadasıyla bir bahadırın önce palası, sonra kendisinin yükseldiği görü lüyordu.Alman tarihçilerinin kaydettiğine göre, Yahya Ağa, 160 kişiyi yere sermişti. Okla rın verdiği telefat bilinmiyor. Osmanlılara sokulamayan düşman, sonunda mızraklarını fırlatmaya başlamıştı. Her yanı kan içinde, bir kolu kopmuş olarak fırtına gibi esen Yahya Ağa nın vücuduna bir anda dokuz mızrak birden saplandı. O ise mızrakların boşta kalan tarafı ile çarparak hâlâ düşmanı tepelemeye uğraşıyordu. Ne var ki, bir sürü mızrak havada ıslıklar çalarak uçuyor ve bu esnada bir tepe gibi yığılan düşman ölüleri üzerinde şahla nan Yahya Ağanın mübarek vücuduna gömülüyor, bu müthiş bahadırın dudakları kelime-i şehadeti söylüyordu.Koca Osmanlı akıncısı, vücuduna saplanan mızraklar yüzünden koca bir kirpiyi andırıyor, bu yüzden yere düşmüyor ve mızraklara dayanarak boşlukta asılı gibi hareket siz kalıyordu. Diğer akıncılar da birer birer şehid düştüler. Fakat sekiz kişi, düşman asker lerinden en az sekiz bin kişiyi haklamışlardı. Alman tarihçilerinin kaydettiklerine göre Avusturya ordusunun kumandanı, benze ri görülmedik bir cesaretle mücadele eden bu kahramanlara büyük bir cenaze merasimi tertip etti ve bütün düşman askerleri, uzun taburlar ve alaylar halinde bu şehidlerin karşı sında şapka ve miğferlerini çıkararak sancakları ile saygı gösterme kadirşinaslığında bulunmuşlardı.