Asker, yıllarca Saray'a tepkici yetiştirilmiş ve öyle olmuş ki, Cuma selâmlığında, askerin Sultan'a alkış tutmasına, "Mekteb-i Harbiye" öğrencilerinin iştirak etmemesine, Padişah içerlenip, Başkâtibe, serzenişte bulunmuş: "-Başkâtip bey! Mekteb-i Harbiye talebesini bu hafta selamlık merasiminde gördüm. Memnun oldum. Fakat askerin alkışına iştirak etmemiş olduklarını duydum. Böyle münasebet sizlik olur mu?" buyurdular. "-Efendimiz, bunda bir yanlışlık olsa gerek. Maamafih, tahkik ederim!" cevabını veren Ali Cevat Bey, diyor ki: "-Araştırmam üzerine, yalnız selama durmuş ve askerin mutad olan "Padişahım çok yaşa!" duasına iştirak etmemiş olduklarını anladım. Hakikaten ben de sıkıldım." Amma aynı şeyi tekrar edip, diğer askerler gibi, Harbiye Mektebi öğrencileri'ne verilen çay ve bisküviyi kabul etmeyip, red ederler, bunu öğrenen Başkatip, "üzüntü ve kederimden ağladım" der. Yine Padişah, Sultan Hamid, der ki: "-Mekteb-i Harbiye talebesinin bugünkü muameleleri artık tahammül edilir şey değildir. Bunları beni tahkir etmek için mi selamlığa getiriyorlar? Hiç olmazsa ecnebilerden utansınlar." Bunun üzerine, Başkatip, Sultan'ın ayaklarına kapanıp, der ki: "-Padişahım, bu konuda hiç kimsenin kabahati ve medhali yoktur. Bu kabahat sırf bana aittir. Çünkü Mekteb-i Harbiye'nin eskiden beri selamlık merasiminde bulundurulmasını Mahmud Muhtar Paşa kulunuza ihtar ettim. Zira bunca senelerden beri bu çocukları Efendimiz'e fena bildirdiler. Kötü muamele gördüler. Onlar da zehirlendi. Hamd olsun, bu hallerin devamına mahal kalmadı... Bu mektep, Ordunuzun fidanlığıdır. Zabitler buradan yetişir, ordu zabitlerin elindedir. Zabitlerin size, sizin zabitlere emniyetiniz olmaması kabil midir? Talebenin bu hareketlerini tasvip etmem. Terbiyesizliktir, edebsizliktir. Fakat bu halin giderilmesine çalışmak lazımdır." Saray ile Mekteb arasında "münaferet" bir türlü giderilemedi ve bundan dolayı da üzüntüsünü Sultan Hamid şöyle dile getiriyordu: "-Ben onları Saray'dan nefret ettirecek bir şey yapmadım. Onlar okumaktan ziyade entrikalarla, politika ile meşgul oldular; ahlaklarını kendileri bozdular. Sebeb olanlara lanet olsun! Ben bunların kinlerini nasıl izale edebilirim? Zor ile güzellik olmaz ya!" Serbesti, Volkan ve Mizan gazeteleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin baskı ve zorbalığından bahisle, şiddetli bir lisan kullanıyorlardı. Bu durum, ileriyi gören Sultan'ı bile, tedirgin etmişti ve Ali Cevat Bey'e şöyle demişti: "-Başkâtip Bey, bu gazetelerin saltanat ve hilâfet makamına bu kadar tecavüz etmelerine bakılır ise, bundan sonra ne padişahlığın ve ne de hilafetin önemi kalmayacaktır. Zan edersem, ben hatemü'l-mülük (meliklerin sonuncusu) olacağım." "Serbesti" gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey'in Galata Köprüsü üstünde öldürülmesi, bardağı taşıran son damla oldu ve Ahrar ile İttihat-Terakki Fırkası taraftarları birbirine girdi. Artık, işin önü alınmaz oldu. İlmiye mensubları, şeriat yok diyor, alaylı zabitler de, Harbiye nazarını istiyor ve Sultanahmet Meydanı'nda toplanan halk ile öğrenciler: "Şeriat isteriz!" diye nara atıyor, Ali Cevat da: "-Evladlarım, siz ne istiyorsunuz? Şeriat mı? Bu nasıl lâkırdı? Şeriat-ı Muhammediye hamd olsun, baki ve daimdir" yollu bir nutuk atıyor. Anadolulu olduğu lisanından anlaşılan "aslan suratlı bir babayiğit asker" bağırıyor: "Babalığa söyle, bizim ırzımıza, dinimize sövüyorlar, döğüyorlar. Vallahi günahtır, bize acısın" diyor. Müşir Edhem Paşa, Harbiye Nazırı oldu. İş sükunete avdet etmedi, bir takım paşalar, öldürülme korkusuyla, evlerine gitmiyor. Saklanıyor. Asi askerler, Yıldız'a doğru yürüyor, orada bulunan Binbaşi Ali Kabuli Bey'i öldürüyorlar. İşler çığırından çıkmış oldu. "Avcı Taburları"nın isyanı ile, Meclis-i Mebusan'ın kuşatma altına alınması üzerine, bilindiği gibi, Hareket Ordusu yola çıkarak, ordu idareye el koydu! Orduya hakim olan "genç subaylar" ile, "emekliye" sevk edilen, 1400 artı 5-6 bin subayla, "alaylılar" da safdışı edilmiş oldu.