Evvelâ, Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askeri birliği, O'nun dâvâsını güttüğünden ötürü "Peygamber Ocağı" pâyesiyle onurlandırmış; neferini de "Mehmetçik" adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye"dir. Devletinin başka bir adını ise, Sultan Vahdeddin'in ifadesiyle, "Devlet-i Âliye-i Muhammediye" koymuştur.Fâtih'in Methedilen Büyük AşkıPeygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Osmanlı Hünkârlarının başında, belki de Fâtih Sultan Mehmed yer alır. Öyle olmasaydı, herhâlde asırlar öncesinden Peygamberimizin övgü ve müjdesine nâil olamazdı. O'na karşı târifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul'un Fethi'nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı'nı, O'nun güzel ismi "Muhammed"in Arapça yazılışına göre inşâ ettirmiştir. Fâtih'in, Peygamberimizin senâsına namzed olduğunu, fethin gerçekleşmesi için dile getirdiği, şu sözler ispatlamaya kâfidir: "Avn-ı ilâhi ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!" Fâtih şu dörtlükte, aynı hissiyâtını daha bedii ifadelerle teşhir etmektedir: İmtisâl-i câhid u fillah olubdur niyyetim Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretim Ey Muhammed mu'cizât-ı Ahmed'i muhtar ileUmarım gâlib ola a'dâ-yı dine devletim.Yavuz'un Muhabbeti ve Mukaddes Emânetler:Peygamberimize sonsuz hürmet ve muhabbetiyle kendini en çok belli edip, velâyet mertebesine yükselerek bunu âşikâr kılan pâdişahlardan biri de, Yavuz Sultan Selim'dir. Yavuz Sultan; "Allah rızâsı için tüm dünyayı fethetmek istiyorum!" idealiyle, askerlerini gazâ meydan larında âdetâ bir "Peygamber Ordusu" gibi sevk ve idâre etmiştir. Fütuhatlarda, Peygamberin rızâsını aramasaydı; herhalde O'nun Halifesi olma lütfuna erişemezdi. Bunu, çarpıcı ve anlamlı bir biçimde gösteren şey, Yavuz'un şu manzum sözü olsa gerek: "Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhatâ Dergâhından ilticâ eyler atâ el meded ey mâden-i nur-i Hudâ." Resûlullah'a beslediği eşsiz ve sınırsız sevginin; O'na ve O'nun beldesine târifsiz bir hürmete dönüştüğünü ise, Yavuz'un şu tarihi hitâbı âdetâ şâhikalaştırmıştır: "Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil; hâdimiyiz!" Gerçekten de, Yavuz'un sözlerinde mânâsını bulan bu hakikati, Osmanlı; kutsal topraklara sancak asmaktan ve vâli adı altında idâreci göndermekten hayâ edip, atadığı kişilere "Medine Muhafızı" ünvanını vererek, kuru bir söz olmaktan kurtarıp fiiliyâta dökmüştür. Diğer taraftan Yavuz, O'ndan ümmetine yâdigâr kalan; hiçbir kıymetle ölçülemeyecek kadar paha biçilmez olan "Mukaddes Emânetleri", Topkapı Sarayı'na getirip, Hırka-i Saâdet Dairesi'ne koymakla, bizi şereflerin en yücesiyle müftehir yapmıştır. Yavuz'un şahsında ecdâdımız, Mukaddes Emânetlere verdiği emsâlsiz değeri; onları dünyadaki hiçbir eşyaya nasip olmayacak ölçüde, tonlarca ağırlıktaki birbirinden kıymetli mücevheratla süsleyip mahfaza altına almakla ve önünde, kırk hâfıza durmaksızın, asırlardır nöbetleşe Kur'ân tilâvet ettirmekle, mutlak sûrette göstermiştir. Kanuni'ye Resûlullah'ın Emri: Cihan hükümdarı Kanuni'nin, Efendimize muhabbet ve bağlılığı da, ceddininkilerden aşağı kalır değildi. Kanuni, bunu şu altın sözlerle billurlaştırmıştır:Allah Allah diyelim sancağ-ı şâhı çekelimYürüyüp her yandan şarka sipâhi çekelim.Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u ÖmerEy muhibbi yürüyüp şarka sipâhi çekelim.Öyle ki, Osmanlı klasik eserlerinde, Kanuni'nin rüyâsında Hazreti Peygamberi gördüğü ve kendisine şöyle emrettiği nakledilmektedir: "Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da benim şehrimi imâr edesin!"I. Ahmed'in Başındaki Sorguç:Sultan I. Ahmed'in, dillere destan fiili sevgisi ve muhabbet yüklü ifadeleri ise, asırlardır baş tâcı edilmeye; sitâyişle yâd edilmeye değer ölçüdedir. Sultan Ahmed, akıllara durgunluk ve hayret verecek bir güzel davranışta bulunmuştur: Sarığına taktırdığı sorgucun içine, Peygamberimizin ayak izinin resmini koydurmuş ve üzerine de şu muhteşem dörtlüğü yazdırmıştır:N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasul'ün. Gül-i gülizâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün."I.Ahmed, başka bir dörtlüğünde, kalbindeki muâllâ sevgiyi, Gönüller Sultanı'na, şu deruni mânâlarla arz etmişti: Zât'ı pâk-i Mustafa'ya âşıkımCan ile fahrü'l verâya âşıkım.Muksim-i feyz-i nevâdır ol şerifMenbâ-i cud ü atâye âşıkım.II. Abdülhamid'in Hassasiyeti:Hazreti Peygambere ve O'nun dâvâsına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan II. Abdülhamid'dir. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan ta'zim ve muhabbetini, O'nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslâm Birliği gâyesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır. Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesâfeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Demiryolu yapımının Medine'ye ulaştığı esnâda, Sultan'ın verdiği şu çok özel tâlimat; onun, Ehl-i Beyt'in şahsında Hazreti Peygamber'e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: "Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehli Beyt'in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!."Hürmetin Sembolü: Nâkibü'l Eşraflık: Devlet-i Âli, Fahri Kâinat Efendimiz ve O'nun kutlu soyu Ehl-i Beyt'e, hürmet ve hizmetini, mües-seseler kurarak da fiilen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dâhilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şerifleri (Hz. Hasan) tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak "Nâkibü'l Eşraflık" müessesesi ihdâs etmiş ve başına da Âl-i Beyt'e mensup "Nâkibü'l Eşraf" isimli bir memur atamıştır. Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyaz larla, topraklarımızda dağınık hâlde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır. Osmanlı, Nâkibü'l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri girmiştir ki, bâzı pâdişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merâsimlerinde onlara, kılıç dâhi kuşattırmıştır. Meselâ, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa'ya, Şeyhülislâm ile beraber Nâkibü'l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nâkibü'l Eşraf bağlılığını arzedip duâ etmiştir. Savaşlarda ise, pâdişahla beraber Nâkibü'l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazreti Peygamber'in sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif'in İstanbul'dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nâkibü'l Eşraf ile mâiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salavat getiriyorlardı.