1001 Osmanlı Hikayesi • 01.12.2004
Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk: "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı. Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona: "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi. Çocuk da: "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı ve:"Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı. Çocuğa da:
1001 Osmanlı Hikayesi • 02.12.2004
Sultan II. Mahmud ile veziri tebdil-i kıyâfet dolaşıyorlarmış. Dağ bayır giderken, bir çobanın kulübesine rastlamışlar. Varıp kapısını çalmışlar. Çoban da misâfirlerini 'Kimsiniz?' demeden içeri almış. İçerisi bir hayli soğukmuş. Sobada da yanan bir şey yokmuş. Çoban bakmış ki misâfirleri üşüyecekler, "Bismillâh" demiş, köşedeki iskemleyi kaptığı gibi parçalamaya başlamış. Vaziyeti anlayan pâdişâh hemen müdahale etmiş:-Aman efendi, biz üşümüyoruz. Isınmak için iskemle yakılır mı?Çoban pâdişâhın sözünü duyunca, bir kızmış. Gelip pâdişâhın ensesine bir tokat patlatmış.-Bre densiz, bilmez misin ki ev sâhibinin işine karışılmaz?!
1001 Osmanlı Hikayesi • 03.12.2004
Sultan II Abdülhamid Han, Serasker Müşir Rauf Paşa'yı seraskerlik vazifesi uhdesinde kalmak üzere, yaveri ekremilik ve fevkalade büyük elçilik payeleriyle hem Rusya 'da bazı görüşmelerde bulunmak ve hem de Gazi Osman Paşa'yı alıp İstanbul'a getirmek üzere Petersburg'a göndermiştir.Yapılan görüşmeler neticesinde Gazi Osman Paşa 'nın İstanbul'a dönmesine müsaade olunmuştur. Yolculuk esnasında mihmandarlık vazifesinde bulunmak üzere meşhur General Nemikof, Gazi Osman Paşa nın maiyetine verilmiş ve ayrıca Rus Çarı tarafından Paşa'ya, kahramanlığını takdir manasında, çifte nişan takılmıştır.Gazi osman Paşa nın gelmekte olduğunu haber alan İstanbul halkı sahile dökülerek tüm geceyi ayaküzerinde sabaha kadar geçirmeye razu omuş ve büyük bir Çoşku ile kendisini beklemeye koyulmuştur.
1001 Osmanlı Hikayesi • 04.12.2004
Osmanlı Devlet'i İngiltere'ye kırka yakın irili ufaklı gemi siparişinde bulunmuştu. Başlan gıç için o günün parasal karşılığı dört milyon Sterlin'e iki drednot ısmarlanmıştı. Biri Reşadiye olacak drednotlardan diğeri ise Sultan Osman I adıyla alınacaktı. Sultan Osman gemisi, Yunanlıların da katıldığı ihalede Osmanlı Devleti tarafından alınan Rio adlı gemiydi. Süvarisinin kimliği bile saptanmıştı: Hamidiye'nin efsanevi kahramanı Rauf Bey.Bu gemilerin alınabilmesi için yeterli bütçe olmadığından geniş çapta bir bağış kampanyası düzenlenmiş, o zamanın olanaklarıyla kahvelerde, halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, müsamere ve eğlencelerde sürekli olarak para toplanıyordu. Bayram gibi vesilelerle öğrencilerin ellerine kumbaralar veriliyor ve bu kumbaralarla para topluyorlardı. Önemli para yardımlarında bulunanlara "Donanma İane Madalyası" adı altında bir de madalya veriliyordu.Fakat işler umulduğu gibi gitmiyordu. Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na Almanya ile sürüklendiği bu günlerde İngiltere gemileri verip vermemekte tereddüt ediyordu
1001 Osmanlı Hikayesi • 05.12.2004
Fâtih Sultan Mehmed Han'ın vezirlerinden Mahmûd Pasa'ya yakınlığı ile tanınan Molla, Vildân anlatır: "Bir gün Mahmûd Paşa, söz arasında beni çok sevdiğinden bahsetti. Ben de, onun Molla Abdülkerim Efendi'ye olan ilgisinden bahisle; "Siz, benden çok Abdülkerim Efendi'yi seversiniz" dedim. Bunun üzerine; "Evet, doğru söyledin" dedi. Ben; "Molla Abdülkerim sizin Cennet'e girmenize sebeb mi olacak ki, bu kadar çok seviyorsunuz?" deyince, Mahmûd Pasa; "Cennet'e sokacak desem de olur. Çünkü o, benim günahlardan tövbe etmeme vesile oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han'ın kapıcıbaşısı iken, bir günâha mübtelâ olmustum. Bir sabah Abdülkerim Efendi, evimizi şereflendirdi. Bir müddet sohbetten sonra, ayağa kalktı. Hürmet ve tazimle kapıya kadar yolcu ederken, bana döndü ve; "Dünyâ ve âhiretine yarar bir sözüm var ki, iyi dinleyip kötülüklerden sakinasin" dedi. Ben de; "Buyurun" dedim. Sözüne devamla; "Elhamdülillah, ilim sahibisin ve pâdişâhın da yakınlarındansın. Çok geçmeden vezirlik makamına yükseleceğin aşikârdır. Ne yazık ki, içini ve dışını günâh pisliklerinden temizlemeye gayret etmezsin. Vezirlik makamı, akıllı kimselerin durağıdır. Osmanlı Devleti'nin yüce divânı, temiz insanların toplandığı bir yerdir. Gel kerem eyle, içini o günâh pisliklerine bulama ve dalâlet çukurlarına düsüp çabalama!" dedi. Bana bu nasihatleri verirken, hava soguk olmasına rağmen boncuk boncuk ter döktüm ve o ânda tövbe ederek bildirdiği yoldan ayrılmadım" dedi. Bunun üzerine; "Gerçekten onu sevmek yalnız size değil, bize de vâcib oldu demekten kendimi alamadım."
1001 Osmanlı Hikayesi • 06.12.2004
Sene 1915. Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünyâ harbi bütün cephe lerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu. Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor, ihtiyari, genci savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza düsman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah'a dua ediyor. Cepheye durmadan takviye kuvvetleri gidiyor, işte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik istasyonunda beklemektedir. Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler. Ama şehid olmak inancı gönüllerine huzur veriyor. Sevkiyat subaylarından biri vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla, şüpheyle yaklaşır. O anda çakan şimşeğin aydınlığında şunlara şâhid olmustur:
1001 Osmanlı Hikayesi • 07.12.2004
Gerçekte korsan olarak vasılandırılması ve isimlendirilmesine rağmen Türk korsan sınıfı, âdi bir deniz haydudu sınıfı değildi. Bunlar, karadaki Akıncılar'ın denizdeki mukabiliydi ler, yani "Deniz akıncıları" idiler. Bunlar denizde düşman gemilerini tâkip eder, düşman ülkelerin sahillerini vurur, onların deniz kuvvetlerini tesirsiz hâle getirmeye çalışırlardı. Kendileriyle barış hâlinde bulunmayan hıristiyan devletlerin ekonomik ve moral bakımından sarsılmasını, bu devletler arasındaki deniz irtibatının kesilmesini hedef alırlardı. Bu sınıf içinde başta Barbaros olmak üzere Osmanlı denizciliğinin en büyük amiralleri yetişmiştir ki, bunlar 18. yüzyıla kadar Türk denizcilik tarihinin en parlak sahifelerini yazmışlardır. Binaenaleyh, Türk korsanlarını âdi birer deniz hırsızı olarak değerlendirmek, hem tarihi vak'aları yanlış değerlen dirmeye yol açar, hem de müslüman Türklerin tarihi başarılarını büyük bir taassupla hâlâ hazmedemeyen hıristiyan Avrupalılara iştirak etmeye sebep olur.
1001 Osmanlı Hikayesi • 08.12.2004
Avrupa hristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün sultânı Kanuni Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefe re çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hristiyan beldesinden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; "Al beni, ye beni" dercesine duruyordu. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayi bağladı. Üzümü de yedi.
1001 Osmanlı Hikayesi • 09.12.2004
Doğu Anadolu'dan, Habib Baba isimli bir şahıs, 4.Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için İstanbul'a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. "Bunda da vardır bir hayır" demiş içinden... Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gelmiş. Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han'ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler, diye cevaplamış hamamcı. Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya: -İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler farketmez beni.
1001 Osmanlı Hikayesi • 10.12.2004
Venedik elçisi Antonio Giustiniani, Yavuz Sultan Selim'in huzuruna girer. Yeri öpüp itimatnamesini sunar, görüşmesini tamamlar. Ülkesine döndüğünde herkes, adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde canlandırmaya çalıştığı Cihan Padişahı Sultan Selim Han 'ın nasıl birisi olduğunu sorar:-Göremedim, der Giustiniani...Merak ederler : -Odasına girdiğin, yanına kadar gitiiğin halde nasıl göremedin?Giustiniani şu müthiş itirafda bulunmak zorunda kalır:-Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.Venedik elçisinin bu sözlerini duyan haşmetli hünkar:-Paşalarım, der. Osmanlı 'nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima öne eğik kalır. Amma Allah korusun, bu kılıç bir kınına girerde paslanmaya başlarsa, o zaman işte bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bize birgün yukardan bakar.