EZAN SESİ

1001 Osmanlı Hikayesi

Çarşamba, 08 Eylül 2004

Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877'de vukû bulan bu savaş, târihte Doksanüç Harbi adıyla bilinir. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi minâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezânı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sadâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum'un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve cesâret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı.

Devamını oku...

SENİ AVDAN MEN ETMEMİŞ MİYDİM?

1001 Osmanlı Hikayesi

Salı, 07 Eylül 2004

Sadrüddîn Muhammed bin Hüseyin, bir gün Şehzâde Bâyezîd Han ile sohbet ederler ken, bir ara ona, ava çıkmak husûsunda aşırı davranmamasını, hattâ ava hiç çıkmamasını tavsiye etmişti. Bâyezîd Han bu söze uyarak birkaç gün ava gitmedi ise de, yine bir gün av için hazırlanıp, avlanma yerine gitti. Av esnâsında Şehzâde'nin hizmetçi leri ve maiyetindekiler, buldukları av hayvanını onun bulunduğu tarafa doğru sürerlerdi. Böylece o da, önüne gelen avı kolayca avlayıverirdi. Bu avda da, güzel bir ceylanı Şehzâde'nin bulunduğu yere sürdüler. Şehzâde tam okunu atıp ceylanı avlayacaktı ki, birden vazgeçti. Onu vurmadı. Şehzâde'nin bu hâli orada bulunanları hayrette bıraktı. Bu garib hâlin sebebi kendisinden suâl edildiğinde, şöyle cevap verdi: "Tam ceylanı avlayacağım sırada gördüm ki, babam (Şehzâde Bâyezîd, Muhammed bin Hüseyin'den hep "Babam" diye bahsederdi) güzel bir ceylanın sırtına binmiş bana doğru geliyor ve; "Ben seni avdan men etmemiş miydim?" diyordu. Onun bu sözü bana çok tesir etti. Ben o korku ile avlanmaktan vazgeçtim."

Devamını oku...

FATİHİN MUHTEŞEM HAFIZASI

1001 Osmanlı Hikayesi

Pazartesi, 06 Eylül 2004

Fâtih Sultan Mehmed Hân hazretleri, Topkapı Sarayı’nı yaptırdığında burası şimdiki gibi büyük binâlardan müteşekkil değildi. Ama Hz. Fâtih buradaki bir odayı, hazîne odası adıyla müze yaptırmayı ihmâl etmemişti. Burada hem ata yâdigârı silahlar, hem de kıymetli mücevherât muhâfaza edilirmiş. Dünyada henüz modern müzecilik anlayışı gelişmeden kurulan bu Osmanlı müzesinin, Yavuz Sultan Selim Hân’dan sonraki en kıymetli eserleri hiç şüphesiz Mukaddes Emânetler olmuştur.Hz. Fâtih’in hazîne odasında çok kıymetli bir mücevherât koleksiyonu olduğu bilinmektedir. Hatta müsâfir elçilere ve hükümdarlara bu oda gezdirilir ve bu koleksiyon gösterilmiş.

Devamını oku...

ŞİMDİ OLMAZ, VEZİRLER VAR!

1001 Osmanlı Hikayesi

Pazar, 05 Eylül 2004

Meşhurdur, Osmanlı pâdişahları zaman zaman tebdili-i kıyâfet edip halkın arasına karışırlardı. Bazan da vezirlerin arasına girer, onların düşüncelerini öğrenmeye çalışırlardı. Nitekim vezirlerin hamam safâsında neler konuştuklarını anlamak için bir pâdişah, fakir kıyâfetinde gitmiş. Fakat hamamcılar:

— Şimdi olmaz, vezirler var! demişler.Bunun üzerine gariban kıyâfetindeki pâdişah:

—  Ne olacak, gariban da bir kenarda oluversin, diye ısrar etmiş.

— Peki; demişler, şöyle bir kenarda yıkan, demişler. O da bakmış orada garip yaşlı bir vezir var.

— Yardım edeyim amcacığım, diyerek başlamış ihtiyarın sırtını oğmaya... Ama kulağı da diğer vezirlerde imiş. Kamufle olsun diye de:

— Ah! Vezir olmak varmış. Bak şunların haşmetli hallerine!.. dermiş. Yaşlı vezir de aslında firâset sahibi büyük bir velî imiş, ona demiş ki:

— Evlat, eğer duâ edersen, Cenâb-ı Hakk seni daha da büyük makamlara getirir; hatta hastalıklı, sırtını zamanın pâdişahına oğdurup yıkatır bile! Tabiî böylece ikisinin de sırrı fâş olmuş...

Devamını oku...

ÜLKEMDE BU ADAMA CEVÂB VERECEK BİR ÂLİM YOK MU?

1001 Osmanlı Hikayesi

Cumartesi, 04 Eylül 2004

Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçtiği ilk günlerden îtibâren fırsat buldukça sarayda çeşitli âlimleri toplayıp onlarla ilmî sohbetler yapıyordu. Bu toplantılara zaman zaman orada bulunan yabancı ilim adamları da iştirâk ediyordu. Yine böyle bir ilim meclisi teşkil edildiğinde, Kuzey Afrika ülkelerinden birinden gelen ve gizli ilimlerde mahâret sâhibi bir âlim de katılmıştı. O âlim, Sultânın katında Türk âlimlerini, sorduğu zor ve çözülmesi güç sorularla epeyce bunalttı. Onları cevap veremez gördükçe de yeni yeni sorular yöneltti ve üstünlük gösterisinde bulundu. Osmanlı ulemâsının böyle acz içinde kalması, cihân pâdişâhı olan Fâtih'i son derece rahatsız etti. Bütün beyleri, paşaları ve vezirleri toplayıp; "Ülkemde bu adama cevap verecek bir âlim yok mudur? Çabuk olun, araştırın ve bana derhal müsbet bir cevap getirin!" dedi.

Devamını oku...

SALTANAT TAHTINA OTURACAKTIR

1001 Osmanlı Hikayesi

Cuma, 03 Eylül 2004

Sultan İkinci Selîm Hân’ın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anlamak üzere, bir mektupla hizmetçisini Uşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haber ci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi.

Devamını oku...

YAVUZ’UN VEFATI

1001 Osmanlı Hikayesi

Perşembe, 02 Eylül 2004

Hasan Can, Yavuz Sultan Selîm'in vefâtını şöyle anlatmaktadır: "Sultan-ı Arab ve Acem, 1520 Şâbân ayında eski saltanat merkeziEdirne'ye gitmeyi kararlaştırıp, vezirler ve dîvân erkânını önceden, ordu-yı hümâyûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve hazîne-i âmire ile yola çıkardılar. Ferhad Paşayı, berâber gitmek üzere alıkoydular. Hareketten evvel, bir gün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeye yürüyerek indiler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, ol dîn-i İslâmın koruyucusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı hizmetçilerine hitâb ederek; "Arkama gûyâ bir diken batıp acıtır." buyurdular. Bu hakîr dahî: "Herhâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış olmalı. Ferman buyurulursa görülsün." dedim. Buyurdular ki: "Câizdir." O anda iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selîm Hân da, kürsü üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar araştırdımsa da, bir şey bulamadım. Mübârek arkaları gâyet kıllı olduğu için, elimi sürmekle bir şey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittikten sonra, acıdan şikâyetlerini tekrarladılar. Bu kere düğmelerini açıp baktım.

Devamını oku...

HASAN CAN’IN TABİRİ

1001 Osmanlı Hikayesi

Çarşamba, 01 Eylül 2004

Mısır'ın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han, Hasan Can'a şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu halde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Pâdişâh bu sözleri söyler söylemez Hasan Can gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tâbire girişti ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedi. Sultan Selîm Hanın bu cevâba cânı sıkıldı ve; "Rüyânın gerçekleşmesinin yormaya da bağlı olduğunu bilmez misin? Eğer Şeyhe bir hal olursa senin yorumuna bağlarız. Cezâlandırılmayı hak eyledin." dedi. Bu sözler üzerine Hasan Can rüyâyı o şekilde tâbir ettiğine çok üzüldü ve pişmanlık duydu.

Devamını oku...

KENDİLİĞİNDEN BURALARA GELMEZ

1001 Osmanlı Hikayesi

Salı, 31 Ağustos 2004

 Yavuz Sultan Selim Hanın nedimi Hasan Can’ın babası Tebriz’in ileri gelen alimlerinden idi. Bir gün, babası ile Şeyh Erdebili hazretleri arasında vukû bulan bir konuşmayı şöyle nakletmektedir:"Bir gün ikindi namazını şeyh ile birlikte cemâatle kıldık. Namazdan sonra Amme (Nebe') sûresi okundukta, Şeyh Erdebîlî hazretleri babamı yanına çağırıp buyurdu ki: "Hak teâlâ, sizi ve evlâdınızı, bu büyük belâdan koruyacaktır. Çünkü sizler, Hâfız-ı Kur'ân olup, Hakk'ın kelâmını nâzil olduğu gibi korumaktasınız." Bunun üzerine babam (Hâfız Mehmed Efendi), Şeyh Erdebîlî hazretlerine; "Osmanlı Sultanı bu ülkeye ayak basmak üzeredir. Bu işin sonunun nereye varacağı görünüyor?" diye suâl etti. Şeyh hazretleri de; "Bu gelen Sultan öyle bir zâttır ki, kendiliğinden buralara gelmez. Bu bedbahtı (Şâh İsmâil'i) tedib etmek, cezâlandırmak için, Hak teâlâ tarafından memur edilmiştir. Bütün evliyânın ruhları onunladır. Kendisi dahi, evliyâlıkta rütbe ve makam sâhibidir." diye cevap verdi.

Devamını oku...

MÜBAREK BELDELERİN HİZMETİ ONA VERİLDİ

1001 Osmanlı Hikayesi

Pazartesi, 30 Ağustos 2004

Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: "Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın." Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemseddîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi'nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi'yi ziyârete gelenler den bâzıları Molla Şemseddîn'le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalışmasına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı.

Devamını oku...